Çorum'un Sungurlu
İlçesinde 1895-1947 Yılları Arasında Kasapoğlu Ailesi Üzerinden Kasaplık
Kültürüne Bir Bakış / Butchery in
Çorum/Sungurlu (1895-1947) as Described by the Kasapoğlu Family
Pınar Kasapoğlu
Akyol*1
Özet:
Kasapoğlu ailesi
Çorum’un ilçesine yerleştikten sonra kasaplık mesleğini sürdürmüştür. Makalede
verilen bilgiler ailenin sekizinci nesil mensuplarının sözlü anlatımlarına
dayanmaktadır. Makalede hayvan kesiminde uygulanan ritüeller, kullanılan aletler,
kesim yapılan mezbahanın şekli, mezbahanın ve kasabın denetlenme şekli, kesilen
et ve yapılan et ürünleri, et haricinde hayvansal ürünlerin nerelerde
kullanıldığı gibi geleneksel bilgiler kaydedilmiştir.
Anahtar kelimeler:
Kasaplık kültürü, Çorum, Sungurlu, Kasapoğlu Ailesi, Kasaplık aletleri, Mezbaha.
Abstract:
After
settling in Sungurlu, a district of Çorum, the Kasapoğlu family continued as
butchers. The information of this article was compiled from oral narration by
the eighthgeneration descendant of the family. The article describes the butchery
equipment used by the family, the slaughterhouse, the inspection of the
slaughterhouse, the tpyes of meat and food prepared with different types of
meat.
Keywords:
Butchery Culture, Çorum, Sungurlu, Kasapoğlu Family, Butchery equipments,
Slaughterhouse.
Türkler,
yaşadıkları coğrafi bölgeler ve yaşam koşulları sebebiyle yüzyıllar boyunca hayvanlara
ve hayvancılığa çok önem vermişlerdir. Yerleşik hayata geçmeden önce avcılıkla,
yerleşik hayata geçtikten sonra tarım ve hayvancılıkla uğraşan Türklerin yaşamında,
bu yaşam tarzıyla doğru orantılı yeni meslek grupları ortaya çıkmıştır.
İnsanların gerek beslenme şekillerinden, gerekse ticari sebeplerden dolayı
hayvancılık, önde gelen uğraşlardan biri hâline gelmiştir. Bunun doğal bir
sonucu olarak da “kasaplık”, bir meslek olarak şekillenmiştir. Yüzyıllar
boyunca edinilen bu meslekle ilgili bilgilerin tümü, usta-çırak eğitimiyle
nesilden nesle aktarılmıştır.
Bu
makalede anlatılanlar, Kasapoğlu sülalesinin altıncı nesil temsilcilerinin
birebir yaşadıkları gözlem ve anılarına dayanmaktadır. Necati Kasapoğlu
tarafından anlatılanlar, kasaplığa erkek işçiliği gözüyle bakışı, Sevim
(Kasapoğlu) Bilgin’in anlattıkları ise daha çok işin mutfak kısmını, yani daha
çok bayanlar tarafından yapılan detayları içermektedir. Bu iki farklı bakış
açısı, kasaplığın hem herkes tarafından görülen, hem de görülmeyen tüm detaylarını
içermekte ve bizim de çok daha farklı bilgiler edinmemizi sağlamaktadır. Makale yazılırken, altı nesildir kasaplık yapan bir
ailenin yaşadıkları anlatıldığı için ve konuyla ilgili daha önce yazıya
geçirilmiş herhangi bir yazılı kaynak bulunmadığından, sözlü kaynakların anlattıkları
ön planda tutulmuştur. Sözlü kaynaklarla yapılan mülakatlar, Kasapoğlu
sülalesine ait sekizinci nesil torun olan yazar tarafından deşifre edilerek
yazıya geçirilmiştir.
Bilinen
beş nesildir kasaplık yapan büyükleri tarafından -işin zorluğu sebebiyle okumaya
ve iyi bir meslek sahibi olmaya yönlendirilen Necati Kasapoğlu, kasaplığın
kendine has bir kültürü olduğunu, eskiden yapılan kasaplıkla günümüzde yapılan
kasaplığın çok farklı olduğunu, zamanla çoğu şeyin değiştiğini, teknolojinin
gelişmesiyle kasaplığın da değişip bazı ayrıntılarda geliştiğini dile
getirmiştir. Eskiden “kasaplık” denince, bir hayvanın beslenmesinden,
kesilmesine ve hatta sofraya yemek hâline gelişine kadarki süreç algılanırken günümüzde,
yalnızca et satış yerindeki et satış işi olarak algılanmaktadır. Günümüzde çoğu
kasap, dükkânında sattığı hayvanın kesilmeden önce hangi şartlar altında
beslendiğini, nereden geldiğini, ne şekilde kesildiğini bile bilmemektedir. Bu
da yaşanan değişimin en büyük göstergelerinden biridir.2
Kasapoğlu
sülalesinin şu an hayatta olan altıncı nesil temsilcilerinin, Buhara’dan göç edip
önce Yozgat’a, bir süre sonra da (eski adı Kalınsaz olan ve içinde Sungur
kuşlarının çokluğu nedeniyle zamanla adı değişen) Çorum’un Sungurlu ilçesine
yerleşen aile büyüklerinden birebir bildikleri ilk kişi, Kasap Behçet
Efendi’dir. Behçet Efendi’nin babasının ve dedesinin de kasap olduğu bilindiği
hâlde bu konuda herhangi bir yazılı kanıt bulunmamaktadır. 1900’lü yıllarda
Sungurlu’da çıkan bir yangın sonucu nüfus kayıtları tamamen yanmıştır. Yangın
sonrası yeniden kayıt almaya başlayan nüfus müdürlüğünde Behçet Efendi ve daha
önceki aile büyükleriyle ilgili ele geçen herhangi resmi bir kayıt bulunmamaktadır.
Behçet Efendi’nin o dönemde yaşadığı, işinin en iyisi, usta bir kasap olduğu
nesilden nesle aktarılan bir bilgidir.
Dördüncü
nesil olarak karşımıza Behçet Efendi’nin oğlu, Araboğlu Hafidi KasapMehmet Ziya
Efendi çıkmaktadır. Ziya Efendi’nin (Hicri 1300-Miladi 1947) dünyaya gelen beş
çocuğundan (iki kız, üç oğlan) üç oğlu, Lütfi Sırrı Efendi (Hicri 1317-Miladi
1935), Mehmet Ali Efendi (Hicri
1328-Miladi 1974), Memduh Efendi (Hicri 1332- Miladi 1387), babalarından
öğrendikleri kasaplığı devam ettirmişlerdir (Resim 1-4).
Soyadı
kanunun kabulüyle “Kasapoğlu” soyadını alan Mehmet Ziya Efendi, yaşlandıktan
sonra da her sabah kasap dükkânına gitmiş ve ölene kadar günümüzde görmeye alışık
olduğumuz şekildeki kasaplığı devam ettirmiştir. Büyük oğlu Lütfi Sırrı Efendi,
İstanbul gibi büyük şehirlere kasaplıktan elde edilen yan ürünlerin satışını
yapmaktan sorumlu olmuştur. Ortanca oğlu Mehmet Ali Efendi, Sungurlu
Belediyesi’ne ait olan mezbahada memur kadrosunda kesim ustası olarak çalışmış
ve bu süre içinde yeni kesim ustaları da yetiştirmiştir. Başlarda ağabeylerine
ve babasına yardımcı olan küçük oğul Memduh Efendi ise, sonra kasaplığı
bırakarak bağırsakçılığa başlamıştır. Bağırsakçılık, kasaplıktan farklı bir meslektir.
Kesilen hayvanların yalnızca ince bağırsaklarının işlenmesi işini yapan
kişilere kasap değil, bağırsakçı denirdi. Memduh Efendi’nin oğulları Edip
Kasapoğlu ve Kemal Kasapoğlu da bu mesleği sürdürmüştür.
Kasapoğlu
sülalesinde kasaplığı devam ettiren son nesil, beşinci nesil olmuştur. Kasaplık
yerine bağırsakçılıkla uğraşan Memduh Efendi ve oğulları haricindeki sonraki
nesil temsilcileri, mesleğin zorluğundan ve pisliğinden dolayı okutulmaya ve
başka meslekler yaptırılmaya yönlendirilmişlerdir.3 (Resim 5-6).
Lütfi
Sırrı Efendi’nin ve Mehmet Ali Efendi’nin oğulları Necati Kasapoğlu, Halit Arslan
Kasapoğlu ve Ziya Kasapoğlu okutulup asker olmaları sağlanmış, ailenin tek kızı
olan Sevim (Kasapoğlu) Bilgin ise -dönemin düşüncesine göre- kendi hayatını
kurması için genç yaşta evlendirilmiştir (Resim 7-10).
Kasaplığın
zorluklarını birebir yaşayan, kendisi okuyamadığı için torunlarının okumasını
isteyen büyükbaba Kasap Ziya Efendi’nin duygularını dolaylı bir yolla nasıl
ifade ettiğini torun Necati Kasapoğlu, şu şekilde dile getirmiştir:
“İlkokula
başladığım yıl, günlerden bir gün büyükbabam, bir kâğıt bir kalem alıp yanına
oturmamı istedi. Kâğıda büyük harflerle KASAP yazdırdı. Daha sonra da aynı kelimeyi
tersten yazıp okumamı söyledi. Kasap kelimesinin tersten okunuşunun PASAK olduğunu
şaşkınlıkla gördüm. Büyükbabam bana “Bak gördün mü, eğer okumazsan sen de bu pasağın
içinde olursun.” diyerek bana önemli bir ders verdi. Ben de onu üzmemek için okudum
ve bir meslek sahibi oldum.”4
Sevim
(Kasapoğlu) Bilgin’in aktardığına göre, Kasap Ziya Efendi, hayatta olduğu süre boyunca
evin reisi konumundadır ve oğulları da onun yardımcılarıdır. Hem evde hem de iş
konusunda her zaman ön planda olan kişi, büyükbaba Kasap Ziya Efendi’dir.
Gençlik yıllarında kasaplığın her aşamasını kendi yapan Ziya Efendi, yaşlanınca
Sungurlu’daki kasap dükkânına çekilmiş, daha fazla fiziksel güç isteyen diğer
işler, mesleğinin ustalık sırlarını öğrettiği oğulları tarafından
yürütülmüştür.
1935
doğumlu olan Sevim (Kasapoğlu) Bilgin’in hatırladığı kadarıyla büyükbabası kasap
dükkânında çalışırken, ilk önce babası (1935 yılında ölene kadar) Lütfi Sırrı
Efendi, ona yardımcı olmuş; daha sonra da amcası Mehmet Ali Efendi, her sabah
erkenden kalkarak belediyeye bağlı olan mezbahaya gitmiş ve orada kesim ustası
olarak çalışmıştır. Lütfi Sırrı Efendi zamanında işler çok gelişmiş ve Sungurlu
dışına da üretim yapılmaya başlanmıştır. Özellikle İstanbul’a giderek orada
Ermeni, Rum, Çerkez, Tatar ve Göçmenlerle temasa geçen Lütfi Sırrı Efendi,
birçok yenilik öğrenmiş ve bunların Sungurlu’da da uygulanmasını sağlamıştır.
Kasapoğlu ailesinin en parlak dönemleri bu yıllara denk gelmektedir. Lütfi
Sırrı Efendi’nin çok genç yaşta vefat etmesi üzerine bütün sorumluluk Mehmet
Ali Efendi’nin üzerine kalmıştır. Bu dönemler, 1940’lı yıllara denk gelmektedir
ve II. Dünya Savaşı’nın da etkisiyle daha zor ve sıkıntılı dönemler
geçirilmiştir.
Bir
kasabın evde ve dükkânda yaptığı tüm işleri bütün detaylarıyla hatırlayan o dönemin
en küçükleri, evin torunları, bugünün ise en yaşlıları, şu bilgileri
aktarmaktadırlar: Ziya Efendi, Sungurlu pazarının kurulduğu pazartesi günleri,
pazara giderek haftalık kesimi yapılacak hayvanları (tiftik keçisi, koyun)
satın alır, sürü hâlinde özel çobanlarına teslim ederdi. O yıllarda büyükbaş
hayvanlar -pastırma, sucuk yapılacağı zaman haricinde- günlük olarak tüketilmek
için pek tercih edilmezdi. Çoban da günlük kaç hayvan kesilecekse o sayıda hayvanı
her sabah mezbahaya bırakırdı. Sabaha karşı 2:00-3:00 gibi mezbahaya giden Mehmet
Ali Efendi, sabaha kadar günlük satışı yapılacak kadar et keser, yardımcıları yardımıyla
dükkânı olan kasaplara satacakları etleri belediyeye ait olan at arabasıyla dağıttırırdı.
Böylelikle tüm ilçenin et ihtiyacı karşılanmış olurdu. Birkaç kasap dükkânı haricinde
Sungurlu’da iki tane de yöreye has olan tandır kebapçısı vardı. Onlar da
etlerini mezbahada Mehmet Ali Efendi’ye kestirirlerdi ve her sabah erken saatte
kesilmiş olan bu etleri dükkânlarına öğle yemeklerinin hazırlanması için
götürürlerdi.
Kasap
Ziya, hangi ailenin günlük olarak etin neresini ve ne kadar alacağını bilir
kendi dükkânında ona göre keser, tartar etleri hazırlardı. Et sahipleri gelir
ve “bizim eti versene” der, zaten hazırlanmış eti alır, götürürlerdi. Hatta
sipariş üzerine, güveç gibi yemekler de hazırlanırdı. Sipariş veren kişi, tüm
malzemeleri konularak yenmeye hazır hâle getirilmiş yemeği alır, pişirilmesi
için fırına götürürdü.
O
dönemde kıyma makinesi olmadığı için etler, parçalar hâlinde satılırdı. Kişiler
ne yapmak istiyorlarsa ona göre eti ya tüm olarak kullanırlar, ya kuşbaşı
doğrarlardı. Eğer eti kıyma yapmak istiyorlarsa ya iki bıçak arası5 diye
adlandırılan bir yöntemle, ya da satırla kıyarak kıyma hâline getirirlerdi
(Resim 11).
O
dönemde özellikle et ağırlıklı beslenildiği ve yeterince sebze, meyve gibi
yiyecekler bulunmadığı için tüm bu işlemler, günlük olarak tekrarlanırdı ve
insanlar sürekli et tüketirlerdi.6
Sözlü
kaynaklar tarafından anlatılan bilgiler göz önünde bulundurulduğunda, kasaplığın
aslında yalnızca erkekler tarafından gerçekleştirilen bir meslek olmadığı anlaşılmaktadır.
Erkekler genellikle ön planda görünseler de, kasaplıkla ilgili olan, özellikle kışa
hazırlık için yapılan bütün işlemler evdeki bayanlar (eş, kız, gelin, ya da
parayla tutulan gündelikçi bayanlar) tarafından yapılmaktadır; ancak fiziksel
güç gerektiren işlerde kadınlar, erkeklerden yardım almaktadırlar. Örneğin,
pastırma yapımında erkekler, daha ön plandadır; bunun haricindeki ev içinde
yapılan et ürünlerinin hazırlanmasına pek karışmazlardı. Eskiden kasaplığın,
besicilikten, et ürünlerinin imalatına kadarki tüm aşamaları içeren çok fazla
bilgi, emek, tecrübe ve para isteyen bir uğraş olduğunu söyleyen Necati
Kasapoğlu, eski kasaplık anlayışında ilk amacın, hayvanın çok sağlıklı, çok
temiz gelişmesini sağlamak olduğunu belirtmiştir.
“Bu
da, ancak hayvanın temiz su içmesiyle, iyi gıda almasıyla, daha doğrusu neye ihtiyacı
varsa onu yemesiyle mümkündür. Bir hayvana sadece saman vererek beslemek, onu yalnızca
şişirir; bu sağlıklı beslenme değildir. Bugün insanlara uygulanan gıda rejimi mantığının
hayvanlara da uygulanması suretiyle (adalelerinin, kaslarının yeteri kadar geliştirilmesi,
yağlarının yeteri kadar artırılması) etin lezzetli olması sağlanırdı.” Diye açıklayan
Necati Kasapoğlu, büyükbabasının hayvanın etinden çok iyi anladığını (hangi mevsimde
hayvanın hangi tarafının daha lezzetli olduğu, hayvanın kesilmeden önce, beslenirken
de neye ihtiyacı olduğu) aktarmıştır:
“Büyükbabam,
hayvanları inceler ve çobanlara talimatlar verirdi (Şu hayvan, susuz kalmış; şu
hayvana tuz verin, yonca verin..!), işini çok sever ve çok önemserdi. Herhangi
bir hayvanın boyun kökünü, bir de kuyruk kökünü kontrol ettikten sonra o
hayvandan kaç kilo et çıkacağını bilir ve bu konuda hiç yanılmazdı.
Hayvanlarından sorumlu olan üç ayrı çobanı vardı. Biri, devamlı otlakta
hayvanların başında yatardı. Biri evdeki beside olan hayvanlara bakardı ve evin
süt, yoğurt ihtiyacını gidermek için onlarla ilgilenirdi. Bir tanesi de
yazıdaki (yayladaki) hayvanla mezbahane arasında büyükbabamın verdiği
talimatları yerine getirirdi.”7
Necati
Kasapoğlu kasaplık yapacak kişinin hayvanın anatomik yapısından çok iyi anlaması
gerektiğini, ete zarar vermeden kesim yapabilmek için hangi kasın nerede
başlayıp nerede bittiğini bilmesi gerektiğini ve kasları parçalamadan kesimi
ona göre yapması gerektiğini belirtmiştir: “Bilirkişinin elinden çıkan et hem
çok güzel görünür, hem de lezzeti bozulmaz.”8
Eskiden
bir kasap, satın aldığı hayvanı (kesim yapılmadan en az bir hafta ya da on gün kadar)
kendi beslemek isterdi. Ne yiyip ne içtiği bilinen bir hayvanın içi temizlenir
ve mısmıl hâle getirilirdi. Mısmıl kelimesi “İslami şartlara uygun olarak kesilmiş, temiz, helâl et” anlamına
gelmektedir. Mısmıl etin, daha semiz ve daha lezzetli olduğuna inanılırdı.9
Kasaplıkta
hayvanların sınıflandırılması
Eskiden
de hayvanlar aynı bugün olduğu gibi büyükbaş hayvanlar ve küçükbaş hayvanlar
olmak üzere ikiye ayrılırdı. Bu hayvanların dişisine, erkeğine ve hatta belli
yaşlarda olanlarına değişik isimler verilirdi. Örneğin, büyükbaş hayvanlar şu
şekilde adlandırılırdı:
Erkekliği
giderilmemiş olan büyükbaş hayvana boğa, giderilene öküz (bu hayvan sadece yük çeker),
dişisine inek denir. Bu hayvanların 1 yaş civarındaki dişi yavrusuna düve,
erkek yavrusuna ise tosun denilir. Ayrıca, hem dişisine hem de erkeğine genel
olarak manda denilen; fakat Sungurlu’da camız olarak bilinen bir başka hayvan
daha vardır. Bu hayvanın yavrusuna da balak adı verilir. Küçükbaş hayvanlarda
karşımıza şu adlandırmalar çıkar: Keçinin erkeğine teke, dişisine damızlık ve
yavrusuna oğlak denir. Koyunun erkeğine koç, dişisine damızlık, yavrusuna kuzu,
1 yaş civarına gelmiş olana toklu, 1-1,5 yaşında olan; fakat fazla gelişmemiş
olanına ise şişek denir. Ayrıca, hamile koyuna kuzulayıcı, hamile ineğe de buzalayıcı
denir.
Bunlara
ek olarak, hayvanları tek tırnaklı ve çift tırnaklı olarak da sınıflandırmak mümkündür.
Çift tırnaklı olan hayvanlar Müslümanlar için mısmıl sayılır, yenilir; ama tek tırnaklı
hayvanlar (domuz, at, katır, eşek) ise murdar sayılır ve yenilmez. Murdar
kelimesi Sungurlu’da yöresel olarak mırdar şeklinde telaffuz edilmektedir.
Senelerce savaş, kıtlık olursa ancak atın sağ tarafından gösterilen bir kısım
mısmıl sayılır ve insanların ölmemesi, soyun devam etmesi için yenilir. Yoksa
diğer türlü at da murdar hayvan sayılır.10
Koyunlar
ve koçlar bahar ve yaz döneminde ayrı çobanlarla, ayrı yerlere yaylıma gönderilirlerdi.
Ağustos ayının son haftasında koyunlar ve koçlar koç katımı adı verilen bir törenle
bir araya getirilir ve beraber yaylıma gönderilirlerdi. Bu dönemde hamile kalan
koyunlar kesilmezdi.
Kışın
tüketilmek için hazırlanan etlerin (kavurmalar, pastırmalar) hazırlanma süreci sonbaharın
ortalarına kadar olan dönemi içine alırdı ve ekim-kasım ayları geldiğinde bütün
işler biterdi. Herkes hazırladığı ürünleri uzun süre muhafaza edebilmek için
soğuk yerlere yerleştirirdi. Kasaplar mart dokuzuna kadar diye tabir edilen
döneme bıçak silme mevsimi derlerdi ve bu dönemde zorunda kalmadıkları sürece,
yani bir hayvan hastalanmadığı sürece herhangi bir hayvanı kesmezlerdi.
Bıçaklarını kullanmadıkları bu süre içerisinde paslanmaması için suyla
yıkamazlar, gömlek yağı diye adlandırılan işkembenin çevresini saran yağdan
bıçağa kın yaparlardı. Bu beklenilen süre içerisinde serin bir yerde saklanır
ve bıçak paslanmaz, bu kın kuruyarak bıçağı korurdu.11
Mezbahanın
şekli ve yapısı
Mezbaha
hayvanların kesimlerinin yapıldığı yer olarak tanımlanabilir. Mezbahanın bilinen
ilk adı sallakhane idi ve kesim ustasına da sallak denirdi. Mezbaha adı
Sungurlu’da 1945 yılında yapılan ilk betonarme binaya verilmiştir. Daha önce
sallakhane denilen yer, akıtılan kanın suyla akıp gitmesi için değirmen arkı
yanına inşaa edilen, şehir dışına kurulmuş, ahşaptan yapılma ufak bir
kulübeydi. “Bu akan kanlı sular ile yakın çevrede bulunan bağ bahçe sulanırdı.
Böylelikle orada yetişen bitkiler doğal yollardan beslenmiş olur ve vitamin
dolu olurdu.” 12Mezbaha 150-200 metrekare büyüklüğünde yapılmıştı. Bir defasında
10 sığır, ya da 50-60 koyun aynı anda yere yatırılıp kesilebilecek büyüklükteydi.
Ayrıca, mezbahada kesim ustalarının ve hayvanlardan sorumlu olan veterinerin de
dinlenme odaları bulunurdu.13 (Resim 12-13).
Mezbaha
ve kasapların denetlenmesi
İlçede
yaşayan tüm halkın tüketeceği et, bu mezbahada ve aynı kesim ustası tarafından kesildiği
için hem ortamın, hem kesim işini yapan kasabın hijyen ve sağlık açısından denetlenmesi
önemli idi. Yapılan her türlü işlemin kurallarına uygun olup olmadığını denetlemesi
için devlet tarafından görevlendirilen bir veteriner sürekli olarak bu mezbahada
görev yapmaktaydı.14
“Mezbahalarda
bulunan veterinerin görevi, kesilen hayvanların etlerinin, iç organlarının
yenilmeye uygun olup olmadığını belirlemek, yenilebilecek durumda olan etlerin üzerine
‘sağlıklıdır’ damgası basmaktı.” diye aktaran Sevim Bilgin, veterinerin
görevini ne kadar titizlikle yaptığını bir anısıyla şöyle aktarmıştır:
“Bir
kesim günü veteriner, kesilen etimizin hemen 100 derece ateşte kendisinin belirlediği
bir süre boyunca kavrulması gerektiğine karar vermiş. Üstelik bu işlemi de gözünün
önünde yapılmasını istediği için evimizde bulunan tüm tencere ve kapları mezbahanın
bahçesine taşıdık, sabahtan akşama kadar kavurma yaptık. Kavurma yapılan etleri
veteriner gelip kontrol etti ve ‘yenilebilir, sağlıklıdır’ dedikten sonra
yapılan kavurma eve gönderildi. Ayrıca, pişmemiş etin değdiği tüm âletlerin
(kesim tahtası, bıçaklar, tencereler, kaşıklar, vb.) o dönemde deterjan
olmadığı için hijyeni sağlamak adına kaynatılmış meşe külü suyu ile yıkanması
gerektiğini söylemiş ve onu da kontrol etti.”15
Yine
Sevim Bilgin’in aktardığına göre, veterinerin onayladığı sağlıklı bulunan
etler, ilk yıllarda mezbahaya ait olan at arabasıyla, daha sonraki yıllarda
kamyonla ve belediye görevlilerince etin sahibi olan kasaplara ulaştırılırdı.
Sağlıklı olmayan etler (hastalıklı iç organlar), mezbahanın bahçesine derin bir
çukur açılarak içine atılır, üzerine de mikrobun etrafa yayılmasını engellemek
amacıyla acı kireç konularak kapatılırdı.
Kasaplıkta
kullanılan aletler
Kasaplık
yaparken bir kasabın kullanacağı, olmazsa olmaz diyebileceğimiz belli başlı aletler
vardı. Bunları hem kasap dükkânında çalışırken hem de mezbahanede hayvan kesimi
yaparken kullanırlardı. Sevim Bilgin tarafından tarif edilen, o zamanki ilkel
kasap dükkânında da bu aletlere rastlamak mümkündü:
“Dükkân
denilen yer, ahşaptan yapılmış, yine ahşaptan kepenekleri olan ufak bir yerdi. Dükkânın
içinde, et kesiminin yapıldığı büyük bir masa, kemikli etlerin satırla üzerinde
kesildiği bir kütük ve paranın içine konulduğu, masanın bir kenarında duran bir
kasa vardı. Akşam olduğunda bu ahşap kepenekler indirilir, kilitlenirdi.”16
(Resim 14).
1. İspire ; Deri yüzmek için kullanılan kısa, küçük bıçak
(Resim 13).
2. Bıçak; Eti kesmek için kullanılan, çelikten yapılmış,
bıçak kemiğe rastladığında, bıçağı etten çıkarmadan ve ete zarar vermeden yönü
değiştirilebilen bir bıçak.
3. Satır; Kemikli eti parçalamak için kullanılan büyük
kesici alet.
4. Masat; Tüm bu bıçakları bileylemek, yani daha kesici hâle
getirmek için kullanılan bir alet (Resim 13).
5. Çengel; Hayvanlar kesildikten sonra derisinin
yüzülebilmesi ve etlerinin kesilebilmesi için hayvanı ayaklarından yükseğe
asmak için kullanılan bir alet (Resim 13).
6. Masa; Etlerin üzerine konularak kesildiği büyük tahtadan
yapılmış masa.
7. Kütük; Özellikle kemikli etlerin parçalanmasında
kullanılan, satırla vurulduğunda parçalanmayacak, didik didik olmayacak yapıda
olan büyük bir ağaç parçası.
8. Şirane; Pastırma yapılırken kullanılan aşağı yukarı 2,5
metreye 3 metre boyutlarındaki ahşap büyük sandukalara verilen addır. Pekmez
yapımında da kullanılan şiranelerin yapımında paslanmaması için hiç çivi
kullanılmazdı. Ayrıca, içindeki malzemeye koku vermeyecek yapıda ağaçlar
seçilirdi. Birbirine geçmeli bir yapısı olan şirane kullanılmadan önce suyla doldurulur
ve ağacın şişerek zamanla aralarda oluşmuş açıklıkların kapanması sağlanırdı.
En alt kısmında içindeki sıvının dışarı akmasını sağlayan çörten adı verilen
bir oluk bulunurdu. Yapılan her işlemden sonra da kaynatılmış küllü su ve tahta
fırçaları ile iyice temizlenerek bir sonraki kullanım için hazır hâle
getirilirdi.17 (Resim 18).
Bu
aletlere ek olarak da 1940 yılında İstanbul’dan kıyma yapmak için getirtilen
elle çekilen et makinesi de sayılabilir. Bu alet dükkâna konulmamış evde
özellikle sucuk yapımı sırasında kullanılmıştır.18 (Resim 15-16).
Hayvanın kesim şekli ve uygulanan ritüeller
Kasaplık
kültüründe bir hayvanın kesimi de en az beslenmesi kadar önemli bir işlemdir ve
işin ehli tarafından yapılması gerekir. Amaç, hayvana acı çektirmeden, eziyet etmeden
en hızlı şekilde, dini kurallara uyarak ve ete zarar vermeden kesebilmektir.
İslamiyet’in
etkisiyle ortaya çıkan, hayvan kesimi sırasında uygulanan ve uyulması şart olan
bazı dini ritüeller bulunmaktadır. Bu kurallara göre, kesilecek hayvan,
abdestli ve sünnetli bir erkek, ya da erkeklerin olmadığı bir yerde ay hâlinden
(regl) kesilmiş bir kadın tarafından üç ayağı bağlanarak bir ayağı boşta
bırakılacak şekilde kıbleye çevrilerek temiz bir yere yatırılır. Gözlerinin
arkaya bakması sağlanır. Hatta kurban olarak kesilecek hayvanın gözleri
görmesin diye bir örtüyle bağlanır. Besmele çekilip tekbir getirilerek boynuna
bıçak sürülür. İncitmeden bir hamlede başı kesilen hayvanın tüm kanının boşalması
beklenir. Bir ayağının boşta olması hayvanın daha rahat hareket etmesi ve
bedeninde kanın kalmaması içindir. Hatta, usta olan kasaplar hayvanın başını
kestikten sonra kalbin içinde kan kalmasın diye bir de kalbine bıçak atarlar.19
Eti deriden ayırma işlemine yüzme denir. Deriye ve ete zarar vermeden yüzmek
için eski zamanlarda nefes ile, daha sonraki yıllarda körük adı verilen bir
cins pompa ile hayvan derisi şişirilirdi. Daha sonra da etin kullanım amacına
göre (pastırma mı yapılacak, sucuk mu yapılacak) usta kasap tarafından etler
bölüm bölüm iskeletinden ayrılırdı. Deri, tabakhaneye yollanacaksa post20
hâlinde açılır, tuzlanır ve güneşte kurutulurdu. Tabakhane sahipleri (deri,
kösele yapan yerler) gelip bu derileri satın alırlardı.
Peynir
basılacaksa deri parçalanmadan, tek parça hâlinde, bıçak sürmeden tuluk (tulum)
denilen şekilde deriyle etin arasına yumruk sokularak deri etten ayrılırdı.
Temizlendikten sonra ayak yerleri sıkı sıkı bağlanarak adı tulum peyniri olan
peyniri basmak için hazırlanırdı. Böylelikle bu çeşit peynire tulum peyniri
denirdi ve bu peynir tulumundan dolayı çok uzun süre dayanırdı. Çorum’un Kargı
ilçesinde meşhur olan bu çeşit peyniri yapan kişiler gelip bu tulukları satın
alırlardı.21
Hazırlanan
et ve et ürünleri
Bir
hayvan kesilirken her şeyinden yararlanmak, esas olarak görülür ve hiçbir
parçası ziyan edilmezdi. Kanından tırnağına, etinden sakatatına, derisine hatta
dışkısına kadar her şeyi, bir amaç için kullanılırdı.
Belli
bir süreç içerisinde hazırlanacak et ve et ürünleri hayvanın kesiminden sonra, belli
bir sıralamayla yapılırdı. Örneğin, öncelikli olarak ticari amaçla et ve et
ürünleri hazırlanır, daha sonra arta kalan etlerden de ev içinde tüketilecek
ürünler yapılırdı.
Kışın
yenecek et ürünleri anlamına gelen etlik, sonbahar döneminden itibaren hazırlanmaya
başlanırdı. Bu yiyecekler:
I.
Ticari amaçla hazırlanan etlikler
II.
Evde yenmesi amacıyla hazırlanan etlikler
III.
Hayvanın eti haricinde kullanılan organları ve hayvansal ürünler (deri, kan, boynuz)
olmak üzere üç başlık altında incelenebilir.
I. Ticarî amaçla hazırlanan
etlikler
Bir
hayvan kesildikten sonra eti, kemiğinden iskelet şeklinde ayrılırdı. 24 saat
serin bir yerde bekletilerek dinlendirilen bu et, daha sonra yapılacak yiyeceğe
göre parçalara ayrılırdı. Örneğin, önce pastırmalık etler hazırlanırdı, geriye
kalan etlerden de sucuk yapılırdı. Hazırlanan bu ürünler, hem evde tüketilir,
hem kasap dükkânında satılır hem de İstanbul’a kasalarla ihraç edilirdi.22
Pastırma
Sungurlu’da
adı bastırma olan pastırma, sonbahar mevsiminde kışa hazırlık amacıyla yapılan
önemli bir et ürünüdür. 4-5 tane sığırın kesilmesiyle yapılırdı. Çok ağır işi
olan pastırma yapımında en az 4-5 kadın ve erkek işçi çalıştırılırdı. Hayvanın
döş etinden (ortalık), döş pastırması yani yağlı pastırma yapılırdı. Siyer ya
da kuşgömü adı verilen tarafından yapılan pastırma en makbul, yumuşak ve yağsız
pastırma idi. Bu, günümüzde buttan yapılan kontrfile denilen pastırma
çeşididir.23 (Resim 17).
Pastırma
yapmak için usta bir kasap tarafından et iskeletinden bütün olarak ayrılırdı. Pastırma
şekli verilerek (20-30 cm. genişliğinde, 40-50 cm. boyunda dikdörtgen prizma şeklinde)
kesilen etler üzerinde bıçak darbeleriyle açılan deliklere kaya tuzu
doldurulurdu. Daha sonra tuzlanan bu etler, evin en alt katında bulunan ve çok
serin olan mahzen adlı kısımdaki şirane denilen sandukaların içine bir kat et
bir kat tuz olmak üzere üst üste dizilirdi (Resim 18). Daha sonra en üst kısma
ette bulunan kanlı suyun şiranenin altında bulunan oluktan (çörten) dışarı akması
için ağırlık yapan taşlar konurdu. Kanlı suyun akması bitene kadar, aşağı
yukarı 3-4 gün bu şekilde etler basılı bekletilirdi. Kanlı, tuzlu suyun bu
oluktan akmasına etin çörteninden diğdirmesi denilirdi. Bu su bir kaba toplanıp
dökülürdü. Tuzlu etleri, zamanı dolup kıvama geldiğinde şiraneden çıkararak
tuzları silkelenirdi. Bu etlerin kızıllığı gider, pişmiş et gibi görünürdü.
Yani tuz, eti pişirirdi. Daha sonra bu etler, fazla tuzdan arındırmak için bol
suda yıkanır ve büyük leğenlerin içine basılarak bir müddet de burada suyun
içinde bekletilirdi. Sonra iki parça pastırma kındap denilen kendirden yapılmış
sağlam bir iplikle birbirine bağlanır ve bir çift pastırma oluşturulurdu. Bu
bir çift pastırmanın suyunun tamamen süzülmesi için aralarında asılacak
boşluklar bırakılarak cerek adı verilen kırmızı çam ağacından yapılan uzun ağaç
sopalara asılırdı. Bu şekilde suları süzülünceye kadar aşağı yukarı 24 saat
bekletilirdi. Etler kuruyup hazır hâle geldiğinde yine şiranenin içine bir kat
et, bir kat çemen olmak üzere dizilirdi. Üzerine temiz bez örtülür ve
dinlenmeye bırakılırdı. Bu şekilde aşağı yukarı üç gün bekletilirdi. Hazır olan
pastırmalar kındaplarından tutularak cerekteki çengellere asılır ve elleriyle
şekil verilerek etin etrafındaki çemenin inceliğinin aynı olmasına çaba
gösterilirdi. Çemen iyice kuruyunca pastırmalar indirilirdi. İstanbul’a ihraç
edileceği gün, yıkanmış, üzerinden kolası alınmış Amerikan bezlerine pastırmalar
sarılarak (bir kat pastırma, bir kat bez olmak üzere) ahşap sandıklara yerleştirilir
ve yaylı adı verilen posta-yük arabalarıyla Kırıkkale’nin Çerikli ilçesine
kadar, Çerikli’den de trenle İstanbul’a yollanırdı.24
Pastırma
yapımında etin işlenmesi kadar önemli bir yer tutan bir diğer aşama da çemen yapımıdır.
Çemen, içindeki baharatlar sayesinde ete verdiği lezzetin dışında ayrıca etin havayla
temasını keserek çok daha uzun süre dayanmasını sağlar. Çemen yapımında kullanılan
başlıca malzemeler şunlardır: Değirmende çekilmiş çemen tohumu unu, kavrulmuş-çekilmiş
kimyon tohumu, tatlı biber, acı biber, sarımsak (10 kilo ete bir kilo sarımsak
olmak üzere), tuz, su. Çok fazla sarımsak kullanılacaksa çemen karşılığı
komşulara sarımsak soydurulurdu.25
Büyükler
tarafından, ne kadar ete ne kadar çemen yapılması gerektiği bilindiği için çok
büyük bir leğene ilk önce su, ezilmiş sarımsak, tuz, biber, kimyon konularak
su, iyice karıştırılırdı. Bu karışıma çemen unu, yavaş yavaş eklenir ve bu
karışım, kuvvetli biri tarafından boza gibi koyu bir kıvam alıncaya kadar
hızlıca karıştırılırdı. Çemen hazırlanırken eğer bu sıralamaya dikkat edilmezse
çemen, topak topak olur, bilye şeklini alır ve boza kıvamına getirilmezdi. Bir
başka önemli ayrıntı ise çemenin her şey hazırlandıktan sonra, son dakikada
yapılıyor olmasıydı diyen Sevim Bilgin, ayrıca günümüzde yapılan pastırmaların eskiye
göre daha az özenle yapıldığını şu sözleriyle belirtmiştir:
“Eskiden
pastırmanın çemenini ince tutar ve iyice kuruturduk ve tuzlu olmazdı; fakat günümüzde
eskisi gibi iyi işlem yapılmıyor. Örneğin, yeni pastırmaları suda
bekletmedikleri için çok tuzlu oluyor. Sonra etleri çok düzgün kesmiyorlar.
Dıştan bakıldığında düzgün görünen pastırmanın, kesilince (yanlış kesim yapılan
pastırma etinin) belli noktalarının daha çemenli olduğu görülür. Ağır çeksin ve
daha çok para etsin diye etin üzerine sürülen çemeni, çok fazla koyuyorlar ve
iyi kurutmuyorlar.”26
Sucuk
Sungurlu’da
eski adı ilişkir olan sucuk yapımında pastırma yapılamayacak olan etler kullanılırdı
(O yörede pekmez ve cevizle yapılan tatlıya sucuk denilirdi.).
Etler,
1930’lu yıllarda satır ile kıyılırdı, et kıyma makinesi çıktıktan sonra
makinede çekilmeye başlandı. Makinenin en ince bıçağı ile iki kez çekilirdi. Et
yağsızsa, yumuşak olması için kıymaya biraz da çekilmiş kuyruk yağı ilave
edilirdi. Bu işlemi dürüst- ahlaklı insanlar bu şekilde yapardı; fakat açgözlü
bazı kişiler bu kıymaya akciğer, işkembe, iç yağ da karıştırarak daha ucuza mal
etmeye çalışırlardı. Çekilen bu etlere avcar denilen kimyon, acı ve tatlı
kırmızı biber, karabiber, tuz, ezilmiş sarımsak (10 kg ete, 1 kg sarımsak) gibi
baharatlar katılarak kuvvetli bir erkek tarafından uzun bir süre yoğrulurdu.
Ağız tadı ve göz alışkanlığıyla avcarın oranı ayarlanırdı. Hazırlanan bu
karışım, serin yerde bekletilirdi. Kıymanın, avcarıyla özdeşleşmesi için 24 saat
içinde belirli aralıklarla üç kez daha yoğrulurdu. Yoğrulan bu karışım, daha
önceden temizlenip hazırlanmış olan sığır bağırsaklarına et kıyma makinelerinin
ucuna takılan özel huniler aracılığıyla doldurulurdu. Bağırsağın en uç
tarafından doldurmaya başlanır ve içine hava girmemesine özen gösterilerek çok
dikkatli bir şekilde bu işlem tamamlanırdı. Herkesin bildiği gibi simit şekli
verilen sucuğun iki ucu bağlanırdı. Bu çeşit sucuk için sığır bağırsağı tercih
edilirdi. Ayrıca parmak sucuk adı verilen bir çeşit sucuk daha vardı. Bunun
için (yapı itibariyle daha dar olduğu için) dana ya da buzağının bağırsakları
kullanılırdı. Bir uzun bağırsağın tamamı doldurulur ve sonra iki ucu yan yana
getirilerek parmak uzunluğunda boğumlar oluşturulur ve ağzı bağlanırdı.
Bağırsaklar doldurulup istenilen şekiller verildikten sonra kuruması için güneş
görmeyen yerlere asılarak kurutulurdu. 24 saat boyunca kuruyan sucuklar
indirilir ve bağırsakların üzerinde iğnelerle küçük delikler açılırdı. Bu
delikler bağırsakların içinde kalan havanın ve en son aşamada içindeki etin
suyunun dışarı çıkması ve etin ekşimesinin önlenmesi için yapılırdı. Delikler
açıldıktan sonra oklavalarla sucuklar yassı hâle getirilir ve şiranenin içine
bir kat sucuk bir kat Amerikan bezi konularak yerleştirilirdi. Üzerine
ağırlıklar konularak etin suyunun ufak deliklerden dışarı çıkması sağlanırdı.
Amerikan bezi de bu çıkan suyu emer ve sucuğun daha hızlı kurumasına yardımcı
olurdu. Bu işleme deng’e koymak ya da baskı yapmak denilirdi. Bu işlem üç defa tekrarlanırdı.
Böylece sucuk iyice kurur ve çok uzun süre bozulmadan muhafaza edilirdi. Sucuk
yapımında özellikle koyunun kalın bağırsağı ile sığırın ince bağırsağı tercih
edilirdi. Yeni kesilen hayvanların bağırsakları kullanıldığı gibi, daha önce
kesilen hayvanların temizlenerek şişirilip kurutulan bağırsakları da
kullanılabilirdi.
Bu
bilgilere ek olarak Sevim Bilgin, “Günümüzde artık bu deng’e koyma işlemini yapmıyorlar
ve sucukların içleri ıslak ıslak oluyor ve çok çabuk tüketilmesi gerekiyor.
Ayrıca, günümüzde kalın salamların yapımında da bağırsakların son kısımları
yani şirden denilen yerleri kullanılıyor.”27 diyerek yine eski-yeni
karşılaştırması yapmaktadır.
Kasap
dükkânında satılmak üzere hazırlanan etler
Kasaplar
bir gün içerisinde ne kadar ve kime et satacaklarını bilirler ve ona göre
sayılı hayvan keserlerdi. Eskiden eti uzun süre muhafaza edebilecek buzdolabı
gibi aletler olmadığı için bu yöntem uygulanırdı. Bir günün sonunda elde hiç et
kalmaz, dükkân kapatılır ve eve gelirlerdi. Dükkânda teşhir edilen etlerin
yağlarına daha güzel görünmeleri için şehre28 yapılırdı.29
II.
Evde yenmesi amacıyla hazırlanan etlikler
Kışın
evlerde yemek üzere hazırlanan etlerin hepsine kavurma adı verilirdi. Etler
kendi içinde yapılacak yemeklerin şekline göre ayrı ayrı kavrulur ve farklı
isimler alırdı: kıyma, kuşbaşı, sızgıt, kakırdak gibi.
Kıyma
Etler
1930’lı yıllarda iki bıçak arası ya da satırla kıyma tabir edilen yöntemlerle,
daha sonraki yıllarda teknolojinin gelişmesiyle elle çevrilen bir et kıyma
makinesiyle çok küçük parçalara ayırarak kıyma hâline getirilip kavrulur ve
tekerler hâlinde saklanırdı. Günümüzde ise bu kıyma makineleri elektronik hâle
getirilmiş, elle çevrilen kısım ortadan kalkmıştır. Et, makinenin üzerinden
konulmakta ve kıyma hâline gelmiş hâli makinenin diğer bir kısmından çıkmaktadır.
Kuşbaşı
Etler
ve iç organların çevrelerinde bulunan yağlar kuşbaşı tabir edilen büyüklükte doğranarak
ufak parçalara bölünür ve kavrulurdu. Bu kavrulmuş etler de soğutularak dondurulur
ve uzun vadede yavaş yavaş tüketilirdi. En çok kuru fasulye, nohut, patates
gibi yemeklerde kullanılırdı.
Sızgıt
Hayvanın
kaburgalarının kısa kısa kesilerek kavrulmasına verilen addır. Daha çok kuru
fasulye, nohut, bamya gibi sulu yemeklerde kullanılırdı.
Kakırdak
Koyunların
kuyrukları eritilerek elde edilen posalı kısma verilen addır. Ağır bir yiyecek
olarak düşünüldüğü için genellikle tek başına tüketmektense, bazı yemeklerin, özellikle
de hamur işlerinin içine tat vermesi amacıyla baharatlandırılarak katılırdı.
Karaciğer
Hayvanın
karaciğeri iki bıçak arası ince ince çekilirdi ve kuyruk yağıyla kavrularak dondurulurdu.
Kışın
yenilecek bu etlerin kavrulmasında kullanılan yağ yine hayvanın kendi yağıydı. Bu
yağlar, ya çiğ olarak ya da eritilerek satılırdı. Eritilen bu yağları içine
koymak için tenekeleri enine kestirilip yanlarına kulplar taktırılarak geniş
kaplar elde edilirdi. “El terazi, göz mizan; eşek yarım okka, sıpa yüz dirhem”
diyerek tartılır ve eritilen yağların satışı bu şekilde yapılırdı. Bir
hayvanın bedeninde dört ayrı isimle anılan yağı bulunur:
1.
Beden yağı
Etlerin
arasında bulunan yağlara denir. Yemek yapılırken yemeğe fazladan başka yağ eklenmezdi.
2.
Böbrek yağı
Böbreğin
etrafında bulunan yağlara denilir. Çok hızlı donduğu için buna “don yağ” da denilirdi.
Ucuz olduğu için de genellikle maddi durumu iyi olmayan kişiler satın alırdı.
3.
İç yağı
İç
organlarının arasında bulunan yağlara denir. (Örn: İşkembenin etrafında bulunan
yağa gömlek yağı denir ve bazı özel yemeklerin yapımında kullanılırdı, ciğer
sarması, perde pilavı.)
4.
Kuyruk yağı
Hayvanın
kuyruk kısmında bulunan yağa denilir. Hemen donmamasından, ağızda hemen
erimesinden ve et tadına daha yakın olmasından dolayı diğer yağlara göre daha
lezzetli olurdu. Kakırdak da kuyruk yağından yapılırdı.
Kış
için hazırlanan bütün bu yiyeceklerin saklanma şekli de oldukça önemliydi. O zamanlarda
buzdolabı gibi teknolojik araçlar olmadığı için bu yiyecekler, daha zor
şartlarda saklanmaktaydı. Bu yiyecekler, özel hazırlanmış temiz bez torbalara
yerleştirilirdi, evin en alt kısmında bulunan ve en serin yer olan mahzende
tavandan sarkan kancalara asılarak uzun süre muhafaza edilirdi. Yiyeceklerin
yükseğe asılmasının sebebi de dıştan gelebilecek bazı zararları ortadan
kaldırmak içindi.30
III.
Hayvanın eti haricinde kullanılan organları ve hayvansal ürünler (deri, kan, boynuz...)
Bir
hayvan kesildiğinde o hayvanın hiçbir yeri ziyan edilmez; her organı, dışkısı,
kanı bile kullanılırdı. (Göden’inden31 tırnağına, tırnağından kanına kadar her
şeyi kullanılırdı.)32
Sakatat
kullanımı
Yemek
yapılan sakatatlar
Demirciler
tarafından körüklü ateşte ütelenmiş33 kelle ve ayaklarından kelle paça yapılırdı.
Büyük veya küçükbaş hayvanın beyni haşlanarak yapılan beyin salatası, akciğer yahnisi,
karaciğer kavurması, koyunun kalın bağırsağından yapılan mümbar dolması, dalak böbrek
pirzolası, işkembe (söğüş işkembe, işkembe çorbası, nohutlu işkembe yahnisi),
sıkça yapılan yemeklerdendi. Ayrıca, takım ciğer adıyla anılan akciğer, kalp,
karaciğer, 2 böbrek bir arada satılır ve bunlardan karışık kavurma yapılırdı.34
Bağırsak
kullanımı
Bağırsakçılık
kasaplıktan ayrı bir iş olarak yapılmaktaydı. Hem büyükbaş hem de küçükbaş
hayvanların bağırsakları değişik amaçlarla kullanılırdı. Küçükbaş hayvanların bağırsakları
büyükbaş hayvan bağırsağına göre daha makbuldü. Hayvan kesildiği anda ilk önce
bağırsakları çıkarılır ve dışkısının bağırsağı yakmaması için içi hemen bol
suyla temizlenirdi (Resim 18).
Bağırsağın
içine, başlangıç noktasından bir huni yardımıyla su doldurulur ve bağırsakların
içindeki dışkılar temizlenir. Bu işlem, bağırsaklar temiz olana kadar
sürdürülür. Kelep35 hâline getirilerek bağırsakların birbirine dolanması
engellenir, sonra kullanmak amacıyla tuza yatırılırdı. Tuza yatırılan
bağırsaklar mayalanmaya bırakılırdı. Bağırsağın dışındaki ince yağ tabakası
kokana kadar bekletilmesi sürecine mayalanma denirdi. Kesim işlemleri çok
olduğu dönemlerde işlenmesine fazla zaman ayrılamayan bağırsaklar, zamanın daha
bol olduğu kış döneminde tekrar çıkarılır, yine bol suyla tuzundan
arındırılırdı. Daha sonra, içlerine tekrar su doldurulup ikiye katlanmış bir
parça kamış yardımıyla sıkıştırılıp sıyrılarak içlerinde kalmış olan pislikler
boşaltılırdı ve bu işleme de şirki ayrılmak denirdi. En son aşamada temizlenen
bağırsak, bir dil balığı büyüklüğünde ve bembeyaz renkte olurdu. Bu bağırsaklar
ihraç edilecekse bir kat tuz, bir kat bağırsak olmak üzere sandıklara
doldurulur ve İstanbul’a yollanırdı. Eğer bu bağırsaklar, sucuk yapımında
kullanılacaksa daha sonra kullanılmak üzere balon gibi içleri şişirilerek
kurutulurdu. İçleri doldurulacağı zaman kurumuş bağırsakların ağızları açılır,
havası alınır ve bağırsaklar ılık suda bekletilir, yumuşadığında dolumu
gerçekleştirilirdi.36
Büyükbaş hayvan bağırsağı
Sosis,
salam, sucuk yapımı için hazırlanırdı.
Küçükbaş hayvan bağırsağı
Sosis,
salam, sucuk yapımı için hazırlanırdı. Ayrıca, ince bağırsaktan kiriş
(kendirden yapılan kındap gibi sağlam bir ip çeşidi) yapımında, katküt
(ameliyat ipi) ve enstrüman teli yapımında kullanılırdı.
Kemikleri
Kaynatılıp
ilik yağı çıkarılırdı. İlik yağı yemek yapımında kullanılırdı. Özellikle maddi durumu
iyi olmayan kişilerin yemek yapımında kullanmayı tercih ettikleri bir yağ
çeşidiydi. Özellikle sucuk, pastırma yapılan zamanlarda kaynatılan kemikli
etlerin suları, ilik yağları çevrede yaşayan maddi durumu iyi olmaya kişiler
tarafından kova kova evlerine taşınırdı. Ayrıca, hayvanların kemiklerinden tarak ve
bıçak sapı yapımında da yararlanılırdı.
Kanı
Hayvan
yemi yapımında kullanılırdı. Hayvan kesildiğinde kanı boşa akıtılmaz, kan varillerde
toplanır, daha sonra bir süre bekletilerek pıhtısının dibe çökmesi sağlanırdı.
Üst kısımda kalan suyu döküldükten sonra razman denilen kepekli un ile bu pıhtı
karıştırılarak yem yapılırdı. Özellikle, bu yem o dönemde horoz ya da kaz
dövüşü yaptıran kişilerin hayvanlarının daha güçlü olması için tercih ettikleri
bir üründü.
Dışkısı
Tezek
ve gübre olarak kullanılırdı.
Derisi
Deriye
bir zarar vermeden çıkarmak önemliydi. Bundan dolayı bıçak kullanılmadan yumrukla
ya da oklava yardımıyla deri etten ayrılırdı. Post (deri eşya yapımında), manda
ve karasığırın derisine gön denirdi ve ayakkabı köselesi yapımında
kullanılırdı. Ayrıca, peynir basmak için küçükbaş hayvan derisinden tulum
yapılırdı. Kesilen hayvanların derilerinin içine çürümemesi için bolca iri tuz
konur ve yuvarlayıp katlayarak eve getirilirdi. Bir yerde biriktirilir daha
sonra mahallenin ortasında bulunan sokunun37 etrafına serilir ve açık havada kurutulurdu.
Tüm deriler sertleşir ve kururdu. Her hayvanın cinsine göre derileri üst üste konularak
istiflenirdi. Deriler hazırlandığında tüccarına haber verilirdi. Tüccar
geldiğinde pazarlık yapar, parasını verir ve derileri alır götürürdü.38
Büyükbaş
hayvanların tırnak ve boynuz kullanımı
Manda
ve kara sığır boynuzundan tarak ve bıçak sapı yapılırdı. Tırnaklarından ise düğme
yapılırdı. Küçükbaş hayvanların yününün ve kılının kullanımı Koyun ve keçinin
yününden, kılından, tiftiğinden kışlık giyim eşyaları (iç çamaşırı, çorap) ve evde kullanılacak eşyalar (örneğin:
battaniye, çadır, kilim, heybe, çuval, kumaş, keçe, yatak, yorgan, yastık)
yapılırdı.
Sonuç
Türk
kültürüne bakıldığında eskiden beri insanların hayatında hayvan ve
hayvancılığın ne kadar önemli bir yer tuttuğunu anlamak zor değildir. Göçebe
dönemde avcılıkla başlayan hayvanlarla olan bağ, yerleşik hayata geçişle
düzenli bir hayvancılığa dönüşmüştür. Bunun doğal bir sonucu olarak da
kasaplık, bir meslek olarak şekillenmiştir ve bu mesleğin kendine has
ritüelleri oluşmuştur.
Bu
makalede, kasaplığı beş nesil sürdüren Kasapoğlu sülalesinin altıncı nesil torunlarının
birebir yaşadıkları, anıları ve gözlemleri anlatılmıştır. Sekizinci nesil torun
tarafından da sözlü kaynaklarla yapılan mülakatlar sonucunda elde edilen
bilgiler yazıya geçirilmiştir. Makalede kasaplık mesleğinin Çorum’un Sungurlu
ilçesinde 1895-1947 yılları arasında uygulanan tüm detayları anlatılmıştır.
Eski kasaplık geleneği, bazı noktalarda günümüz kasaplık geleneğiyle
karşılaştırılmıştır. Özellikle, bir kasabın işini ne şekilde yaptığı, hayvan
kesiminde uygulanan ritüeller, kullanılan aletler, kesim yapılan mezbahanın şekli,
mezbahanın ve kasabın denetlenme şekli, kesilen et ve yapılan et ürünleri, et
haricinde hayvansal ürünlerin ne şekilde değerlendirildiği gibi konular detaylı
bir şekilde irdelenmiştir.
Kasapoğlu
sülalesinde kasaplık, bir meslek olarak bilinen beş nesil boyunca babadan oğula
aktarılmıştır. Fakat beşinci nesil temsilcileri kasaplığın, zor bir meslek
olması sebebiyle kendilerinden sonra gelen altıncı nesle bu mesleği miras
bırakmak istememişlerdir. Onların okumaları ve farklı meslek sahibi olarak
farklı hayatlar kurmaları desteklenmiştir. Bu mesleği birebir yapmamış olsalar
bile, kasaplık kültürünün bütün ayrıntılarıyla yaşandığı bir ortamda büyüyen
altıncı nesil üyeleri kasaplık kültürünü öğrenmişlerdir. Hayatları boyunca da
bu bilgileri, birçok ritüeli günlük hayatlarında uygulayarak sonraki nesillere
örnek olmuşlar ve nesiller arası bir köprü görevi görerek bütün bu bilgileri
aktarmışlardır. Kasapoğlu ailesi üzerinden incelenilen kasaplık kültürü,
aslında bizlere kültür kavramının yaşayan ve yaşatılan dinamik bir kavram
olduğunu ve bunun kasaplık haricinde herhangi bir konu üzerinde de
incelenebileceğini gösteren çok önemli bir kanıttır.
/Pınar Kasapoğlu-Akyol
Hacettepe
Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü doktora öğrencisi, Ankara.
Kaynak kişiler
Bilgin
(Kasapoğlu), Sevim (1935; Çorum-Sungurlu; Ev hanımı) ile 27.7.2010, 15.8.2010,
7.10.2010 tarihlerinde Ankara’da yapılan görüşme notları. Derlemenin ses kayıtları
P.K.A. arşivindedir.
Kasapoğlu,
Halit Arslan (1943; Çorum-Sungurlu; Emekli asker) ile 13.8.2010 tarihinde
Ankara’da yapılan görüşme notları. Derlemenin ses kayıtları P.K.A.
arşivindedir.
Kasapoğlu,
Necati (1933-2010; Çorum-Sungurlu; Emekli asker) ile 13.8.2010 tarihinde
Ankara’da yapılan görüşme notları. Derlemenin ses kayıtları P.K.A.
arşivindedir.
Resim 1. Mehmet Ziya Kasapoğlu ve ailesinin nüfus kayıt örneği
Resim 2. Lütfi Sırrı Kasapoğlu
Resim 3. Mehmet Ali Kasapoğlu
Resim 4. Memduh Kasapoğlu
Resim 5. Edip Kasapoğlu
Resim 6. Kemal Kasapoğlu (Memduh Kasapoğlu’nun büyük ve küçük oğulları)
Resim 7. Necati Kasapoğlu
Resim 8. Sevim (Kasapoğlu) Bilgin
Resim 9. Halit Arslan Kasapoğlu
Resim 10. Ziya Kasapoğlu
Resim 11. İki bıçak arası diye adlandırılan yöntem
Resim 12. Mezbaha krokisi
Resim 13. Mehmet Ali Kasapoğlu
(solda) ve yardımcısı Tatar Mahmut mezbahada kesim yaparken
(Ellerinde ispire,
bellerinde masat bulunmaktadır. Etler çengellerle yukarı asılmıştır.
Kesim
değirmen arkının üzerinde yapılmıştır.)
Resim 14. Mehmet Ali Kasapoğlu (en
sağda) yaşlılığında kasap arkadaşlarıyla
Sungurlu’daki bir kasap dükkânının
önünde
Resim 15. Elle çekilen kıyma
makinesi
Resim 6. Sevim Bilgin kıyma makinesini kullanırken
Resim 17. Dana kontrfile
Resim 18. Memduh Kasapoğlu
(ortada) oğulları Edip (solda) ve Kemal Kasapoğlu (sağda)
şiranenin önünde
bağırsak işlerlerken
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder